Siesta bildiğiniz gibi öğlen uykusu. Siesta latince "sexta" 6(altı)nın bozulmuş hali. Modern öncesi dönemde gün güneşin doğuşundan batışına kadar on iki saatlik dilimlere ayrıldığından öğlen saatleri de altıya denk geldiği için bu adla anılıyor. Yine bu dönemde insanlar güneşin doğuşu ile uyanıp çalıştıkları ve özellikle yaz günlerinde günün uzun olmasından dolayı dinlenme durumu arz ediyordu. Akdeniz havzasında öğlenleri sıcak olduğu için hem sıcaktan korunmak hem de günün uzunluğunda dinlenebilmek için siesta yapıyorlardı. Hz. Muhammed'in de kaylule yani siesta yaptığını biliyoruz hatta sünnet olarak kabul ediliyor
Yukarıda saydığım nedenlerle kaylule yani siestanin Akdeniz havzasında insani bir zorunluluktan ortaya çıktığını göstergesidir.
Barselona Günlükleri
6 Nisan 2016 Çarşamba
11 Ağustos 2014 Pazartesi
Akdeniz Dünyasında Etkileşim 3: Barselona'dan İsfahan'a uzun bir yol - La Rambla - Çahar Bağ
"Akdeniz ve Nil-Amuderya bölgeleri, birbirlerine, her zaman uygarlığın diğer çekirdek alanlarından daha sıkı bir şekilde bağlıydılar. Bu iki bölge yüksek-kültürel bir seviyede bile, tek-tanrıcı dini geleneğin ve ortak bir bilimsel ve felsefi mirasın her ikisini de paylaştılar. Bu ilişki sadece, iki bölge arasında hiçbir coğrafi engelin olmamasının doğrudan sonucu değildi. Bereketli Hilal'in kurak iç sahası ve İran dağlık arazileri ve güney Avrupa'nın denizle kuşatılmış yarımadaları arasındaki apaçık zıtlıklara rağmen, insanları ırk bakımından bile benzerdi; ve şimdi bile, bir seyyahın komşu Hindistan, ya da kuzey Avrupa ya da Sudan topraklarında keskin bir zıtlık hissedebileceği folk özelliklerinin, Afganistan'dan Türkiye ve Yunanistan boyunca İspanya'ya kadar açık bir devamlılık arzettiği izlenebilir. Bazı amaçlarla bir "İran-Akdeniz" kültür bölgesinden söz etmenin sakıncası yoktur. Özellikle, İran dağlık arazilerinden batı Akdeniz'e kadar olan toprakların belirli herhangi bir zamanda, benzer birçok kurum ve toplumsal beklentilerle birlikte, uzun zaman şehir kültürünün nisbetten mütecânis bir modelini paylaştıkları ve bu mütecânisliğin İslam'ın doğuşundan çok sonraya kadar devam ettiği gözlenmiştir."
Marshall G. S. Hodgson İslam'ın Serüveni adlı eserinde Akdeniz-İran havzasının tarihi vetire içinde sürekli bir etkileşim içinde olduğunu yukarıdaki paragrafta belirtir. Daha önce burada ben de Akdeniz Dünyasın'da Etkileşim serlevhasıyla iki yazı yazdım. Bu yazıda da Barselona - İsfahan hattında bir "yol"da olacağız.
Barselona denince ilk akla gelen Plaza Catalunya ile liman arasında 1,2km'lik La Rambla caddesidir. Rambla Arapça "kum" manasına gelen "Raml"ın Katalancalaşmış halidir. La Rambla, Barselona'nın merkezindeki meşhur bir caddenin ismi olmasının yanında cins isim olarak da orta kısmı ağaçlandırılmış yaya yoluyla her iki yanında araç yolunun olduğu bir yolun ismidir de. Rael Academia de España ramblanın Levant ve Katalunya'ya özgü olduğunu belirtir.
Kısaca La Rambla'nın tarihine bir göz atalım. Barselona sur duvarlarının dışında akan ufak bir nehir olan Collserola zamanla, şehrin büyümesiyle şehrin içinde kalmıştır. Su taşkınlarından etrafındaki işletmeleri, bahçeleri ve evleri korumak için yatağı 15. yy'da yapılan yeni sur duvarlarının dışına taşınmıştır. Eski su yatağı ise şehrin limanla ulaşımında kullanılmaya başlanmıştır. 1703 yılında yol kenarlarına ilk ağaçlar dikilmiştir. Zamanla birçok olaya büyük olaya sahne olanan La Rambla son yıllarda da turistlerin ilgisini farklı formuyla üzerine çekmektedir.
Akdeniz-İran havzasının diğer ucunda ise İsfahan şehrini kuzey-güney hattında kesen yaklaşık 6 km'lik Çahar Bağ (Dört bahçe) caddesi yer almaktadır. 16. yy'ın sonlarında Safevi hükümdarı Şah Abbas başkenti Kazvin'den İsfahan'a taşıdıktan sonra şehrin iskanı ve gelişimi için önemli çalışmalara başlanmıştır.Bu dönemde İsfahan'a çok önemli yapılar inşa edilir. İmam Camii (Eski adıyla Şah Camii) Nakşı Cihan meydanı, Ali Kapı sarayı bunların başlıcalarıdır. Çahar Bağ caddesi de bu dönemde yapılan eserlerdendir. İsminden de anlaşılacağı üzere yol ortasında bölüm ağaçlandırılmış diğer iki tarafında da vasıtalar için yol inşa edilmiştir. Plan olarak La Rambla ile aynı forma sahiptir.
Akdeniz dünyası sınırları aşan kültrel etkileşimin güzel bir örneğini teşkil eder. Bunları insana ait olan alanlarda görebiliriz. Kimi zaman bu bir kelimenin tarihi olur kimi zaman bir yolun formunda belirir. Ama önemli olan küçük ayrıntılar da bile olsa bu birliği görebilmektir.
Kaynakça:
-Marshall G. S. Hodgson İslam'ın Serüveni, cilt 2, sayfa 76, İz yayıncılık, İstanbul 1993.
La Rambla'nın Dostları - Katalanca sayfa
Çahar Bağ - Vikipedi sayfası
1851 tarihli bir gravür La Rambla'da bulunan Betlem Kilisesi mıntıkası |
La Rambla günümüzde |
Hollandalı Seyyah Cornelis de Bruin yaptığı 1705 tarihli gravür Çahar Bağ |
Akdeniz-İran havzasının diğer ucunda ise İsfahan şehrini kuzey-güney hattında kesen yaklaşık 6 km'lik Çahar Bağ (Dört bahçe) caddesi yer almaktadır. 16. yy'ın sonlarında Safevi hükümdarı Şah Abbas başkenti Kazvin'den İsfahan'a taşıdıktan sonra şehrin iskanı ve gelişimi için önemli çalışmalara başlanmıştır.Bu dönemde İsfahan'a çok önemli yapılar inşa edilir. İmam Camii (Eski adıyla Şah Camii) Nakşı Cihan meydanı, Ali Kapı sarayı bunların başlıcalarıdır. Çahar Bağ caddesi de bu dönemde yapılan eserlerdendir. İsminden de anlaşılacağı üzere yol ortasında bölüm ağaçlandırılmış diğer iki tarafında da vasıtalar için yol inşa edilmiştir. Plan olarak La Rambla ile aynı forma sahiptir.
Çahar Bağ 2012 |
Kaynakça:
-Marshall G. S. Hodgson İslam'ın Serüveni, cilt 2, sayfa 76, İz yayıncılık, İstanbul 1993.
La Rambla'nın Dostları - Katalanca sayfa
Çahar Bağ - Vikipedi sayfası
29 Ocak 2014 Çarşamba
Katalan bir Şarkiyatçı : Domingo Badia y Leblich nam ı diğer Ali Bey Abbasi
"İlk kez tecrübe ettiğimiz bu kısa seyahatin hissettirdikleri, ancak bir rüyanın tesiriyle kıyaslanabilir. Çok kısa bir zaman aralığında, ayrıldığımızla ufak bir benzerliği bulunmayan tümüyle yeni bir dünyaya, yeni bir gezegene nakledilmiş gibiyiz.
Tüm dünya ülkerinde, komşu devletlerin yaşayanları az yada çok, karşılıklı bir ilişkide birleşirler; bazı derecede kaynaşırlar. Lisanda, âdetlerde, geleneklerde, bu kaynaşmanın derecesi neredeyse anlaşılmaz. Ama tabiatın bu sabit yasası Cebelitarık boğazının iki kıyısında yaşayanlar için hüküm sürmez. Onlar, aynı hâvaliden olmalarına rağmen, bir Fransızın Çinliye yabancı olması gibidirler."
Domingo Badia y Leblich nam ı diğer Ali Bey Abbasi yukardaki satırları 29 Haziran 1803 yılında, dört sene sürecek seyahatinin başlanıgıcı olan, İspanya'dan Tancer'e yaptığı kısa gemi seyahtinde yazmış.
Ali Bey, Mağribi kıyafetiyle |
Kimdir Ali Bey Abbasi? 19. yy'ın başında yaşamış Katalan asker, devlet adamı ve casusudur. 1767'de Barselona'da doğan, Londra'da ve Valensiya'da Arapça eğitimi alan Domingo Badia;1803-1805 yılları arasında Ali Bey ismiyle müslüman kisvesi altında Fas'ta, seyahat bahanesiyle "devlet görevinde" bulunmuş. Daha sonra ise hac için Mekke'ye gitmiştir. Mısır , Süriye , Kıbrıs'a oradan İstanbul'a 1807 yılında varmış. Burada müslüman olmadığından şüphelenilmesiyle Fransa'ya kaçmıştır. Bu seyahatini anlatan kitabı 1814 yılında "Voyages d'Ali Bei en Afrique et en Asie pendant les années 1803 à 1807 " serlevhasıyla yayınlanmıştır. 1818 yılında Ali Osman ismiyle ikinci bir seyahate çıkmış. Suriye'de bulunduğu sırada bir İngiliz ajanı tarafından öldürülmüştür.
Kitabın İspanyolca tercümesi |
Yukarıda kısa hayat hikayesini okuduğunuz Ali Bey'le tanışmam Barselona'da ismi verilmiş (Ali Bei) caddede karşılaştığım levhayla oldu. Geçenlerde de sahafların birinde kitabının İspanyolca tercümesini bulunca hemen aldım ve okumaya başladım. Ve daha ilk sayfada yukarıda okuduğunuz bölümle karşılaştım. Bu satırlar 19yy.'da bildiğimiz Avrupa merkezli kibrin ve cehaletin göstergesi. Domingo Badia hiç bir ortak noktası olmadığını iddia ettiği Mağrip ile ufak bir tetkik ile bir çok benzerliğin ve etkileşimin olacağının farkında olmadan bu satırları yazmış.
En temelinde, konuştuğu her hangi bir batı dilinin (Fransızca, İspanyolca, Katalanca) Arapça'dan nasıl etkilendiğini bilmesi gerekerdi. Latince kökenli bu dillerde, Latince'de olmamasına rağmen Arapça'dan geçmiş harf-i tarif (article, İspanyolca'da El, La gibi ) bunun en basit örneğidir. Yine İber yarımadasında en çok konuşulan dil olan İspanyolca'da dört bine yakın Arapça'dan geçmiş kelimenin olması da başka bir örnektir.
Yukarıdaki iki örnek başta alıntıladığımız düşüncenin ne kadar boş olduğunu anlamak için yeterlidir. Akdeniz binlerce yıldır bu etkileşimin havzası olmuş, fikirler, kelimeler, alışkanlıklar burada rahatlıkla dolaşmıştır doğudan batıya olduğu gibi batıdan doğuya da.
Ali Bey'in kitapta bulunan Arapça el yazısı |
22 Ocak 2014 Çarşamba
Çeşmeler, sebiller ve mai leziz.
******
Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-Çırçır, Karakulak, Şifa suyu , Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş.....
Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:
- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.
Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıydıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz dibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çoçukluk muhayyelemde bin çeşit hayâl uyandırırdı.
Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazan hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamamnın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahellemizin küçük ve fakit süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazan da yalnız bir defa gittiğimiz Bentler'in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.
Bu kadına sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.
Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mâna verebildim.
Istanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için hiç bir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi.
*****
Yukarıdaki satırlar Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinin İstanbul'u anlatan bölümün ilk satırları. Tanpınar'ın İstanbul'u anlatmaya camilerden, boğaziçinden değil de sularından ve çeşmelerinden başlaması İstanbul için bu yaşam kaynağının ve etrafında oluşan kültürünün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin bir nişânesi.
Su ve onun yarattığı kültür, tarihi akış içinde farklı şekilde tezahhür etmiştir. İşlevselliğin ve estetiğin buluştuğu mimari eserler günümüze kadar gelmiştir. Roma döneminde su sarnıçları, su kemerleri, çeşmeler yaplmıştır. Osmanlı da bundan geri kalmamıştır. Akan suyun makbul sayılmasından dolayı özellikle çeşmeler İstanbula nakşedilen süsler olmuşlardır. Son dönemlerde bu çeşmeler suyu akmaz hale gelmişlerdir. 80lerin sonunda mahalle aralarında dahi rastladığımız küçük çeşmeler artık yok. Aslında bakarsanız yukarıda ismi geçen sular da yok. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak harereti gidermek için yapabileceğiniz tek şey yarım litrelik plastik şişeyle serinlemek. İşte bir gelenekte bu şekilde tarihin tozlu sayfalarında yok oldu.
Peki Barselona'yı anlatan bir blogda niye İstanbul'u yazıyorum diye soruyorsunuzdur. Barcelona'da güzel çeşmeler var ve hâlâ faaller.
Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-Çırçır, Karakulak, Şifa suyu , Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş.....
Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:
- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.
Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıydıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz dibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çoçukluk muhayyelemde bin çeşit hayâl uyandırırdı.
Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazan hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamamnın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahellemizin küçük ve fakit süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazan da yalnız bir defa gittiğimiz Bentler'in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.
Bu kadına sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.
Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mâna verebildim.
Istanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için hiç bir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi.
*****
Yukarıdaki satırlar Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinin İstanbul'u anlatan bölümün ilk satırları. Tanpınar'ın İstanbul'u anlatmaya camilerden, boğaziçinden değil de sularından ve çeşmelerinden başlaması İstanbul için bu yaşam kaynağının ve etrafında oluşan kültürünün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin bir nişânesi.
Su ve onun yarattığı kültür, tarihi akış içinde farklı şekilde tezahhür etmiştir. İşlevselliğin ve estetiğin buluştuğu mimari eserler günümüze kadar gelmiştir. Roma döneminde su sarnıçları, su kemerleri, çeşmeler yaplmıştır. Osmanlı da bundan geri kalmamıştır. Akan suyun makbul sayılmasından dolayı özellikle çeşmeler İstanbula nakşedilen süsler olmuşlardır. Son dönemlerde bu çeşmeler suyu akmaz hale gelmişlerdir. 80lerin sonunda mahalle aralarında dahi rastladığımız küçük çeşmeler artık yok. Aslında bakarsanız yukarıda ismi geçen sular da yok. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak harereti gidermek için yapabileceğiniz tek şey yarım litrelik plastik şişeyle serinlemek. İşte bir gelenekte bu şekilde tarihin tozlu sayfalarında yok oldu.
Peki Barselona'yı anlatan bir blogda niye İstanbul'u yazıyorum diye soruyorsunuzdur. Barcelona'da güzel çeşmeler var ve hâlâ faaller.
Gotikte insan başı motifli faal bir çeşme. |
Barselona şehir arması taşıyan ve şehrin her yerinde rastlayabileceğiniz sebil |
Carrer de Hospital'deki Çarmıhtan indirilen İsa kabartmalı çeşme |
Kot farkından dolayı yolun aşağısında kalmış bir çeşme |
Kendini ideolojik yaftalardan kurtaramamış kitabeli bir çeşme |
4 Ekim 2013 Cuma
Akdeniz Dünyasında Etkileşim 2 : Les Drassanes Reials de Barcelona
Tersane ve gümrük binası |
Barselona'da bulunmaktan çok keyif aldığım yerlerin başında Rambla'nın deniz cihetinde bulunan daha önce bahsettiğim gümrük binasının karşısında yer alan gotik bir mimariye sahip Kraliyet Tersanesi'dir. (Katalancası Les Drassanes Reials de Barcelona)
Bugün Barselona Deniz Müzesi olarak hizmet veren yapı XIII. yyda inşâ edilmiş. Yapılış amacına uygun olarak gemi yapımında daha sonraları ise hem tersane hem de kışla olarak kullanılmış. 1800lerden sonra ise tophane ve kışla olarak kullanılmış. 1940lı yıllarda ise Barselona belediyesine devredildikten sonra bugünkü durumuna getirilmiş. 1976 yılında Tarihi anıtlar statüsüne alınmış İspanyol hükümeti tarafından. Kısa bir süre önce biten tamir ve arkeolojik kazı çalışmları sonucunda tersanenin bütün bölümleri gezilebilmekte.
Tersanenin gotik tonoz çatılı kızak yuvaları |
İnebahtı savaşının amiral gemisi |
Bu tersane / müzenin Türkiye tarihi ile yakından bir bağı da mevcut. 7 Ekim 1571'de yapılan İnebahtı deniz savaşının amiral gemisinin burada inşâ edilmiş olması ve bire bir replikasının burada sergilenmesi. Diğer husus daha önce gümrük binasında bahsettiğimiz etimolojik bağ. İspanyolca'da Atarazana, Katalanca'da Drassane ve Türkçe'de ise Tersâne olarak kullanılan kelimenin kökeninin Arapça "dârü’s-sınâ'a" dan gelmesidir. Bir görüşe göre Türkçe'deki kullanımı İspanyolca'dan geçmiştir. Hangisi diğerini etkilemiştir bunun üzerine konuşulabilir ama bizim burada dikkat etmemiz gereken husus Akdeniz havzasının karşılıklı olarak bir biriyle yakın temas içinde olduğunu gözden kaçırmamız gerekliliğidir.
Yukarıda sıraladıklarımın yanında burası benim için ise haftasonları rahatça kitap okuyup kahvemi içebileceğim bir kahvehaneye sahip. Kitap okurken gelen uykuyu rahat koltuklarında karşılıyorum.
Tersanenin bahçesinde yer alan kahvehanesi |
12 Ekim 2012 Cuma
Keşiften Karşılaşmaya:1492
Colomb'un Sevilla Katedralindeki Mezarı |
Bugün "Amerika" ile karşılaşmanın 520. yılı. Karşılaşma kelimesini "Keşif" kelimesinın yerine kullanmayi tercih ediyorum. Çünkü "Amerika'nın keşfı" tam manasıyla Avrupa merkezli bir ifade. Bir tarafın edilgen olduğu diğeri tarafından gün yüzüne, tarihe katıldığına dair bir anlam gizli. 1492'de yaşanılan vakayı aynı evin ayrı odalarında birbirinden habersiz yaşayıp tesadüf eseri karşılaşmaya benzetilebilir. Cristof Colomb'u harekete geçiren düşünce, zenginliğin ve refahın kaynağı Çin ve Hindistan'a varmak, arada varolan aracıları çıkararak bu bölgelerle doğrudan ticaret yapmaktı. Bu konuda, siyasi birliğini tamamlamaya başlayan İspanya kralı Ferdinand ile Kraliçe İsabel'e seyahatini desteklemeleri için ikna etti. Burada bu hikayeyi uzun uzun anlatmaya gerek yok. Çünkü bunun üzerine kitaplar, filmler mevcut.
Bu karşılaşmayla ilgili aklıma gelen bir iki soru var; Tarihin başlangıcından itibaren, Avrupa'nın da dahil olduğu Avrasya bütünü karşılıklı etkileşimler içinde olmuştur. Dini, felsefi, sosyal, iktisadi ilişkiler düzenli bir ritm içinde devam etmiştir. Avrasya'yı boydan boya kat eden ticaret yolları bu etkileşimin damarları olmuştur. Bu damar Çini Hint yoluyla Akdenize ulaştırmıştır. Akdeniz çevresindeki kültürel etkileşim ise yine aynı istikamette yönelmiştir. Her ne kadar bugün geçmişe dönük olarak birbirlerinden bağımsız varlıklar olarak görülse de, yukarıda adı geçen Medeniyetler her daim birbirleriyle iletişimde olmuşladır. Bunun tarihi bir çok delili vardır. Avrasya bloğundaki bu tecrübe yani kainata, tanrıya ,tabiata ait ortak paydaları kesişim noktaları bulunan dünya görüşleri ortaya çıkarmıştır. Diğer yakada iki Amerika'da ise yine kendi tecrübeleri ile yarattıkları bir dünya görüşü, kainat tasavvuru ortaya çıkmıştır.
Bütün tarih (insan) aklın(ın) tarihidir, ifadesinden hareketle; 1492 senesi öncesinde her iki entitetinin kendi içinde yaşadığı tecrübeleriyle ve kainat tasavvurlarıyla karşılaştıkları durumlara verdikleri cevaplardan hareketle, insan aklının mukayeseli bir şeması çıkarılabilir mi? Hangi noktalarda ayrışıp hangi noktalarda birleşen akli süreçlere sahipler? Neden bazı temel durumlara - mesela matemetikte Mayaların ve Aztelerin 20lik sayı sistemini, Babillerin 60lık sayı sistemini kullanması gibi- farklı cevaplar verildi?
Aztec Dünya Tasavvurunu |
Yukarıdaki Haritayla İlgili Detaylar |
Etiketler:
1492,
Amerika,
Cristof Colomb,
mukayeseli tarih
8 Ekim 2012 Pazartesi
Hospital de la Santa Cruz de Barcelona
Geçen yazılarımdan birinde Mendizabal kahvehanesi hakkında yazmıştım. Bu yazımda aynı caddede bulunan ve caddeye de ismini veren Hospital de la Santa Cruz de Barcelona'dan bahsedeceğim. Hastanenin ilk taşı 1401 yılında koyulmuş ve 1414 yılında büyük bir kısmı bitmiş. Daha sonra gotik bir şapel ve çesitli eklemelerle günümüze kadar gelmiş. 19. yüzyılın sonlarında hastane şehir dışına taşınmış ve bina da Barselona belediyesine devredilmiş. Resterasyondan sonra Katalunya Kütüphanesi ve Katalan Araştırmaları Enstütüsüne ev sahipligi yapmakta.
Hastane çok güzel bir avluya sahip, avlu değişik agaçlarla donanmış. Bahçede bulunan planda ağaçlar hakkında ufak bilgiler bulmakta mümkün; ağacın ismi, bahçedeki konumu vb. Bununla birlikte bahçede ufak bir havuz bulunmakta. Kütüphanenin açık olduğu günlerde bahçeye masa ve sandalyeler konuyor. Böylece açık havada kitap ve gazete okuma firsatı bulabiliyorsunuz. Googlee haritadan konumu burada.
Giriş kapısından hemen sonra avlu sizi karşılamakta. |
Gün içinde avluda dinlenenler |
Avlunun gotik tonozları |
Bahçede kurulan kitap tezgahı ve tanıdık bir sima |
Bahçede bulunan havuz ve etrafındaki değişik türdeki ağaçlar |
Bahçeden genel görünüm |
Kütüphaneye çıkan merdiven ve satranç oynayanlar |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)