Çocukluğumda, bir Arabistan şehrinde ihtiyar bir kadın tanımıştık. Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı:
-Çırçır, Karakulak, Şifa suyu , Hünkar Suyu, Taşdelen, Sırmakeş.....
Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama:
- Bu onun ilâcı, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti.
Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanıbaşında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıydıldığını görmüştüm. Sıcaktan ve sam yelinden korunmak için pencereleri koyu yeşil dallarla iyiden iyiye örtülmüş odanın, berrak su ile doldurulmuş havuz dibi loşluğuna bu isimler teker teker düştükçe ben kendimi bir büyüde kaybolmuş sanırdım. Bu mücevher parıltılı adlar benim çoçukluk muhayyelemde bin çeşit hayâl uyandırırdı.
Dört yanımı su sesleriyle, gümüş tas ve billûr kadeh şıkırtılarıyle, güvercin uçuşlarıyle dolu sanırdım. Bazan hayalim daha müşahhas olur, bu sayıklamamnın tenime geçirdiği ürperişler arasında, tanıdığım İstanbul sebillerini, siyah, ıslak tulumlarından yağlı bir serinlik vehmi sızan sakaları, üstündeki salkım ağacı yüzünden her bahar bir taze gelin edası kazanan mahellemizin küçük ve fakit süslü çeşmesini görür gibi olurdum. Bazan da yalnız bir defa gittiğimiz Bentler'in yeşillik tufanı gözümün önünde canlanır, o zaman biraz da kendi kendime yaptığım gayretle, bu loş ve yeşil aydınlıklı oda gözümde, içinde hastanın, benim, etrafımızdakilerin acayip balıklar gibi yüzdüğümüz gerçekten bir havuz haline gelirdi.
Bu kadına sonra ne oldu, bilmiyorum. Fakat içimde bir taraf, ölümünden sonra bir pınar perisi olduğuna hâlâ inanıyor.
Her su başını bir hasret masalı yapan bu meraka senelerden sonra ancak bir mâna verebildim.
Istanbul bu kadın için serin, berrak, şifalı suların şehriydi. Tıpkı babam için hiç bir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri olduğu gibi.
*****
Yukarıdaki satırlar Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Beş Şehir adlı eserinin İstanbul'u anlatan bölümün ilk satırları. Tanpınar'ın İstanbul'u anlatmaya camilerden, boğaziçinden değil de sularından ve çeşmelerinden başlaması İstanbul için bu yaşam kaynağının ve etrafında oluşan kültürünün ne kadar önemli bir yer işgal ettiğinin bir nişânesi.
Su ve onun yarattığı kültür, tarihi akış içinde farklı şekilde tezahhür etmiştir. İşlevselliğin ve estetiğin buluştuğu mimari eserler günümüze kadar gelmiştir. Roma döneminde su sarnıçları, su kemerleri, çeşmeler yaplmıştır. Osmanlı da bundan geri kalmamıştır. Akan suyun makbul sayılmasından dolayı özellikle çeşmeler İstanbula nakşedilen süsler olmuşlardır. Son dönemlerde bu çeşmeler suyu akmaz hale gelmişlerdir. 80lerin sonunda mahalle aralarında dahi rastladığımız küçük çeşmeler artık yok. Aslında bakarsanız yukarıda ismi geçen sular da yok. Sıcak yaz günlerinde soluklanmak harereti gidermek için yapabileceğiniz tek şey yarım litrelik plastik şişeyle serinlemek. İşte bir gelenekte bu şekilde tarihin tozlu sayfalarında yok oldu.
Peki Barselona'yı anlatan bir blogda niye İstanbul'u yazıyorum diye soruyorsunuzdur. Barcelona'da güzel çeşmeler var ve hâlâ faaller.
Gotikte insan başı motifli faal bir çeşme. |
Barselona şehir arması taşıyan ve şehrin her yerinde rastlayabileceğiniz sebil |
Carrer de Hospital'deki Çarmıhtan indirilen İsa kabartmalı çeşme |
Kot farkından dolayı yolun aşağısında kalmış bir çeşme |
Kendini ideolojik yaftalardan kurtaramamış kitabeli bir çeşme |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder